Toplumda kadınlara yönelik çocuk doğurma baskısı artarken, resmi veriler doğurganlık hızının hızla azaldığını gösteriyor. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’nun (UNFPA) yayınladığı “Dünya Nüfusunun Durumu 2025” raporuna göre, dünya genelinde her beş kişiden biri arzu ettiği kadar çocuk sahibi olamıyor. Türkiye özelinde ise doğurganlık oranı 2024 itibarıyla 1,48’e kadar düşmüş durumda.
Bu düşüş eğiliminin devam edeceği öngörülüyor. Türkiye nüfusunun 2050 yılına kadar 93,8 milyona ulaşacağı, sonrasında ise düşüşe geçeceği tahmin ediliyor.
Birgün’de yer alan habere göre; 2100 yılına gelindiğinde nüfusun 77 milyonun altına inmesi bekleniyor. Doğurganlık oranındaki gerilemenin ardındaki temel nedenlerin başında ekonomik belirsizlikler geliyor. Katılımcıların yüzde 39’u gelir seviyesinin çocuk yetiştirmek için yeterli olmadığını belirtiyor.
Her beş kişiden biri ise çocuk yapmama gerekçesi olarak “gelecek kaygısı”nı öne çıkarıyor.
KADINLAR DAHA DERİN KAYGI YAŞIYOR
Kadınlar, erkeklere oranla daha fazla depresyon, anksiyete ve gelecek kaygısı yaşıyor. Türkiye Psikiyatri Derneği verilerine göre, kadınlarda yaşam boyu depresyon görülme oranı yüzde 20 iken, bu oran erkeklerde yüzde 12. Doğum sonrası majör depresyon oranı ise yüzde 6 ile yüzde 13 arasında değişiyor. Uzmanlara göre bu tablonun temelinde toplumsal cinsiyet eşitsizliği yatıyor.
“EN KRİTİK SORUNLARDAN BİRİ GÜVENLİK”
Kadınlardan hem kariyerlerinde başarılı olmaları hem de ev içi bakım emeğini üstlenmeleri bekleniyor. Bu yükün tek bir birey üzerinde toplanması, kadınlar açısından büyük bir baskıya neden oluyor. Evlilik, doğum ve “erken yaşta düzen kurma” gibi toplumsal dayatmalar da bu kaygıyı artıran diğer unsurlar arasında.
En kritik sorunlardan biri ise güvenlik. Kadınlar, fiziksel şiddet ve cinsel taciz riskiyle sürekli karşı karşıya kalıyor. Bu da hem kendilerini hem de doğuracakları çocukları güvende hissetmemelerine yol açıyor.
Öte yandan düşük ücretler, güvencesiz çalışma koşulları ve işsizlik riski de kadınların gelecek planlarını olumsuz etkiliyor.
BAKIM YÜKÜ
Kadınların çocuk sahibi olmaktan kaçınmalarının önemli nedenlerinden biri de ev içindeki bakım yükünün adil bir şekilde paylaşılmaması. Kısıtlı ücretli ebeveyn izni, yeterli sayıda kamu kreşinin olmayışı gibi yapısal eksiklikler, bu yükü daha da artırıyor. UNFPA raporu, baskıcı ve yönlendirici doğum politikalarının etkili olmadığını ortaya koyuyor. Kadınların öncelendiği, bakım altyapısının güçlendirildiği politikalar geliştirilmedikçe doğum oranlarının artmasının mümkün olmadığı vurgulanıyor.
KADINLARIN KARAR HAKKI ELLERİNDEN ALINIYOR
Kadınların bireysel haklarına ilişkin veriler çarpıcı:
Kadınların yüzde 11’i gebelikten korunma hakkında karar veremiyor.
Yüzde 25’i kendi sağlık hizmetlerine dair söz hakkına sahip değil.
Yüzde 24’ü ise cinsel ilişkiye “hayır” deme hakkını kullanamıyor.
Her üç kadından biri, yaşamı boyunca en az bir kez fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalıyor.
DENİZ AY: ÜREMEMEK RASYONEL VE ŞEFKATLİ BİR TERCİH
Psikiyatrist Dr. Deniz Ay, UNFPA’nın raporunda özellikle dikkat çeken bir noktanın, insanların istedikleri kadar çocuk sahibi olamamaları olduğunu söylüyor. Ay’a göre bu yalnızca bireysel bir tercih değil, iklim krizi, ekonomik belirsizlikler ve savaşların doğrudan bir sonucu.
“Doğurganlık tercihlerine etki eden bu güvensizlik soyut bir korku değil,” diyen Dr. Ay, bu küresel krizlerin insanların günlük yaşamlarını doğrudan etkilediğini belirtiyor:
“Yediğimiz yemekten uyuyabildiğimiz gece uykusuna, sokakta yürürken hissettiğimiz güvenlik duygusundan demokratik katılım haklarımıza kadar her şey bu krizlerin gölgesinde.”
Raporda yer alan 29 yaşında Meksikalı bir kadının sözleri Ay için dikkat çekici:
“Savaşların ve afetlerin ortasında bir bebek doğursam, bunların acısını çekecek.”
Ay, bu ifadenin birçok insanın doğurmamayı tercih ederken, doğurmadıkları çocukların yaşayacağı acıları da düşünerek derin bir düşünsel yas yaşadığını gösterdiğini belirtiyor. Ona göre muhafazakâr kesim tarafından sıkça dile getirilen “Kadınlar bencilce kariyerlerini önceliyor” söylemi, bu gerçekliğin yanında oldukça yüzeysel kalıyor.
“Nitelikli barınma, gıdaya erişim, güvenlik ve kamusal alan gibi temel ihtiyaçların lüks haline geldiği bu sistemde çocuk sahibi olmamak; rasyonel, hatta şefkatli bir politik duruştur.”
Ancak Ay’a göre raporun eksik bıraktığı bir alan var:
Aile kavramı. Dr. Deniz Ay, aile kurumunun tanımlanmadan, sorgulanmadan ve yeniden yapılandırılmadan doğum oranlarındaki düşüşün önlenemeyeceğini söylüyor:
“Çocuğun iyilik hali, bireyin gelir düzeyi ve özel sorumluluklara indirgenemez. Kadının hem biyolojik hem toplumsal yeniden üretim emeğine dayanan bu yapı sorgulanmadan doğum oranları düşmeye devam edecek.”
Ay, son olarak çözümün “aile politikaları”ndan değil, kamusal bakım, eğitim, barınma ve gıda politikalarından geçtiğini vurguluyor.